×

Warning

JFolder: :files: Path is not a folder. Path: /home/turkavenue/public_html/images/varlik

×

Notice

There was a problem rendering your image gallery. Please make sure that the folder you are using in the Simple Image Gallery plugin tags exists and contains valid image files. The plugin could not locate the folder: images/varlik

67. Yılında Bir Varlık Vergisi Öyküsü

Star InactiveStar InactiveStar InactiveStar InactiveStar Inactive
 
Leon Bahar Ailesi ile birlikte.Haber: Nurten Yalçın Erüs- Yüzlerce yıl Anadolu topraklarında yaşayan Yahudiler hep güzel ve toz pempe anılara sahip olmadı. Türk Yahudileri, İkinci Dünya Savaşı’nın Avrupa’yı kasıp kavurduğu, Türkiye’nin ise savaş rüzgarından korunmak üzere adeta ‘diplomasi satrancı’ oynadığı günlerde Anadolu topraklarındaki en büyük acılarından birini yaşadılar. Türkiye Büyük Millet Meclisi, resmi gerekçesi ‘Olağanüstü savaş koşullarının yarattığı yüksek karları vergilendirmek’ olarak açıklanan Varlık Vergisi Kanunu’nu 11 Kasım 1942 tarihinde kabul etti.
Varlık vergisi uygulaması tam da 67 yıl önce bir Aralık günü başladı. Kağıt üstünde olağanüstü bir durumda hükümetçe bulunmuş masum, adil bir çözüm gibi duran kanun, Türkiye’deki gayrimüslimlerin çoğunun hafızasında ve kalplerinde derin yaralar açmış bir uygulama olarak kayıtlara geçti. Görünüş itibariyle tüm servet sahiplerinin, ayrım yapılmadan varlıkları üzerinden vergilendirilmelerini öngören Varlık Vergisi Kanunu,  2. Dünya Savaşı sırasında Türkiye’de yaşayan azınlık kitleye karşı planlı bir uygulamanın izlerini ortaya koymakta. 11 Kasım’da Meclis’ten geçen kanun sonrası kurulan ve her ildeki vergi mükelleflerini inceleyen komisyonlar, çalışmalarını büyük bir hızla 12 Kasım ile 17 Aralık tarihleri arasında tamamladı. 18 Aralık 1942 tarihinde, vergi dairelerinin ilan tahtalarına kimin ne kadar vergi ödeyeceği listeler halinde asıldı. Gerçek tablo da o andan itibaren ortaya çıktı.

Varlık Vergisi mükelleflerinin yüzde 87’sini gayrimüslim kökenli vatandaşlar oluşturuyordu, bu vatandaşların ödemesi gereken toplam vergi ise toplam tahakkukun yüzde 83’ü idi. Komisyonlarca belirlenen tutarların hiçbir objektif kritere dayanmadığı, aynı işi yapan bir Müslüman tüccar ile gayrimüslim komşusuna gelen vergi arasındaki uçurum çok net olarak ortada idi. Daha çok ticaretle uğraşan Yahudi vatandaşlar başta olmak üzere, Ermeni ve Rum mükellefler bu verginin asıl odağındaki kitle idi. Esasında, dönemin başbakanı Şükrü Saracoğlu’nun vergiyi eleştiren kesimlere karşı şu sözleri yaşanacakların habercisi gibiydi: “Bu memleket tarafından gösterilen misafirperverlikten faydalanarak zengin oldukları halde, ona karşı bu nazik anda vazifelerini yapmaktan kaçacak kimseler hakkında bu kanun, bütün şiddetiyle uygulanacaktır…”

18 Aralık’ta yayınlanan listelere göre, vergi 15 gün içinde ödenmeliydi. İki hafta ile sınırlı gecikme durumunda ise bu vergiye önce yüzde 1, ardından yüzde 2’lik faiz uygulanacaktı. Öyle de yapıldı. Bu süre dolduktan sonra vergisini ödemeyen mükelleflerin ev ve işyerlerine gidilerek, malları haczedildi. Bu malların satışı ile vergi tahsilatı da başlamış oldu. İşte verginin mimarlarından, dönemin İstanbul Defterdarı Faik Ökte’nin, yıllar sonra yaptığı vicdan muhasebesinin ürünü olan ‘Varlık Vergisi Faciası’ adlı kitapta da anlattığı gibi, vergi tarihi açısından ‘facia’ olarak adlandırılabilecek uygulamalar asıl bu noktadan sonra başladı. Vergisinin tamamını bir ay içinde nakdi olarak ödeyemeyen mükellefler, ödeyemedikleri borçlarına karşılık olarak çalışma kamplarına gönderilmeye başlandı.

İlk kafile 27 Ocak 1943 tarihinde yola çıktı. İstanbul Sirkeci’den bindirildikleri tren, büyük bir çoğunluğu gayrimüslim olan Türkleri Doğu Anadolu Bölgesi’ndeki Aşkale ilçesine götürdü. Vergi borçlarını ödeyemedikleri için kampa getirilen mükelleflerden devlet, karla kaplı yolları temizlemelerini bekliyordu. Ortalama 11 ay süren sürgüne, yaklaşık 1200 mükellef gönderildi. Eylül ayına doğru, uygulamanın şartları tartışılmaya başlandı. Çalışma kamplarına gönderilen mükellef sayısı azaldı. Aşkale’dekilerin bir kısmı Eskişehir yakınlarındaki Sivrihisar’a, bir kısmı da Manisa yakınlarındaki Akhisar’a sevkedildi. 1943 sonunda uygulamadan vazgeçildi ve kamplardaki mükellefler evlerine geri döndü.

Geri dönenler, orada yaşadıklarını uzun yıllar boyunca anlatmamayı, hiç hatırlamamayı tercih ettiler. O kamplarda neler yaşanmıştı? Onlara nasıl davranılmıştı? Fiziksel bir baskı yaşamışlar mıydı? Öfke mi yoksa suçluluk mu tarif ederdi ortak duygularını? Yoksa hüzün ve hayalkırıklığı mı? Adalete, vatan bildikleri topraklara inaçları sarsılmış mıydı? Bu soruların yanıtlarına yaklaşmak için yıllarca beklememiz gerekti. Aradan 70 yıla yakın bir zaman geçti ve artık ne teselli ki geçmişle yüzleşme fırsatımız var; Varlık Vergisi’ne maruz kalan kitle için konu tabu olmaktan çıktı. İşte babası Sirkeci’den yola çıkan ikinci trenle Aşkale’ye sevk edilen ve bugün halen neşeyle, mutlulukla ve inançla gerçek vatanında yani Türkiye’de yaşamaya devam eden sevgili dostum Tamar Bahar’ın izniyle, bir Varlık Vergisi mağdurundan geriye kalan notları sizlerle paylaşmak isterim. 

LEON BAHAR’IN HİKAYESİ
Nido oğlu Leon Bahar Ankaralı, iki çocuk babası 38 yaşında bir tüccar. Yaşamını ağabeyi Vitali Bahar ile birlikte, İstanbul’da Saka Çeşme Sok. 7 No’lu tuhafiye mağazasından kazanıyor. Yeni Camii Maliye Şubesi’nde 1502 sayılı vergi mükellefi. Varlık Vergisi çıktığında ödemesi gereken vergi tutarı 119 bin 988 lire yani yaklaşık 120 bin lira olarak belirlenmiş. Eline kalemi alıyor ve ilk itirazını şöyle yapıyor: “…20 senelik sürekli gayretimle, sahip olduğum sermayem mal ve alacakta toplamda 30 bin liradır. Hiçbir gayrimenkulum yoktur. Para ve servetten evvel vatanın selametini düşünen ve Türklüğün yapıcılığına inanan bir ferdim.. (…) Bu durumda, piyasadaki kargaşalığa muhakkak olarak set çekeceğini bildiğim Varlık Vergisi’ni müsterihane beklerken ne şekilde tahmin edildiğini anlayamadığım 120 bin lira gibi dehşetli bir rakamla karşılaştım… (…) Vücudumdaki kan, verginin kıymetine tekabül ederse feda olsun. Yeter ki bugüne kadar lekesiz yaşamışken arkama vatan vergisinden kaçmış hain damgası vurulmasın…. Bu durumun düzeltilerek hakiki varlığıma göre bir verginin tarhını büyüklerimden derin saygılarımla rica ederim…”
Leon Bahar.
Bu itiraz, kendisiyle aynı durumda olan yüzlercesi gibi cevapsız kaldı. Leon Bahar, borcunun tamamını ödeyemedi. Ailesiyle birlikte Nişantaşı’nda oturduğu eve haciz geldi. Küçük kızı Suzan’ın karyolası dahil, evde ne varsa satıldı. Ama yetmedi. Çaresiz bir bekleyiş içine girdi ve sonunda, geride kızları Tamar ve Suzan ile gözü yaşlı karısı Jenny’yi bırakarak soğuk Aşkale’ye doğru yola çıktı. Aşkale’ye gittiği ilk günden itibaren sürekli İstanbul’daki karısı Jenny’ye mektuplar yazdı. Çoğu Fransızca olan bu mektuplarda, gün be gün yaşadıklarını anlattı. İstanbul’daki ailesine, çocuklarına moral verdi. Gönderdiği mektuplarda, Aşkale’de yaşadığı hayatı ‘Asker hayatı yaşıyoruz, ne bir eksik, ne bir fazla…’ diye özetliyordu ve şöyle devam ediyordu: “Bizim canımızı sıkan, ruhumuzu zorlayan şey çalışma koşulları değil. Tamamıyla önemsiz olmasa da, karlar eridiğinden bu yana çalışmanın yükü epeyce hafifledi… Günlerimiz o korkunç monotonluk içinde akip gidiyor… Mönümüz oldukça kısıtlı… Yumurta, konserve, fasulye, patates ve pilav… Mektup ve gazete okumak, ufak tefek yarası, rahatsızlığı olanları oyalamak, hasta olanlarla ilgilenmek günlük işler listemizi oluşturuyor… Bulunduğumuz köy (Pırnakaban) çevrenin en fakir, en ücra köşelerinden biri. Çok yüksekte olduğu için sert iklimi hepimizin soluğunu kesiyor. Tüm bu olumsuzlukları unutturan şey ise, duru ve yumuşak su…”

Aşkale’de günler geçtikçe, kışın zorlu şartları yumuşadıkça mükelleflerden beklenen çalışma da neredeyse sıfırlanıyor. Artık çevreye de alışan İstanbullu gayrimüslimlere, kendi yemeklerini pişirebilme hatta ikişer kişilik evlerde kirada oturabilme hakkı tanınıyor. Çok yaşlı, zaten hasta olanlar ise gençler kadar şanslı değil. Nitekim kampta bakımsız kalıp, rahatsızlanıp, hayatlarını kaybedenler de oluyor. Ya da tıpkı Leon gibi, kalan ömürlerinde taşıyacakları hastalıkları edinenler de. Aşkale kampının 1200 müdaviminden biri olan Leon, inancını hiç kaybetmiyor. Salıverilme, hatadan dönüş umudunu hep koruyor ve kendisiyle aynı kaderi paylaşan diğer mükellefler adına kağıda kaleme sarılarak, çok iyi kullandığı ve konuştuğu Türkçe’nin gücüne güvenerek, tüm devlet büyüklerine mektuplar yazıyor… Ancak dilekçelerinin çoğu yanıtsız kalıyor, yanıt gelenlerdeki mesaj ise ‘bekleyin ve sabredin’ oluyor.   

{gallery}varlik{/gallery}

Leon Bahar, Pırnakaban Köyü’nde Aşkale
Sayın vekilime gönderdiğiniz 26.3.943 tarihli mektubunuzu aldılar ve okudular.
Tetkikat neticesine intizar etmenizi tavsiye ve selamlar ediyorlar.
Bildiririm
Hususi Kalem Müdürvekili

İstanbul’da bıraktığı karısı ve çocuklarına moral vermek için yazdığı mektuplar, aslında ‘orada’ bulunan tüm mükelleflerin ortak duygu dünyasından ipuçları taşıyor. Umut ve umutsuzluk kol kola girmiş bu mektuplarda.

Karıcığım,
(...) Gözlük istemiyorum. Çok tasarruflu olmamız lazım, Isac (Izy) bana 50 lira, bir şişe de kolonya getirsin. 
Çevremizdeki insanların çektikleri acıları tahmin edebiliyorum. Bu tür zamanlara tanık olmak gerçekten de kolay iş değil.
Tanrı’ya güvenmeli ve sabretmeliyiz. Her şey yoluna girecek. Asıl mesele hükümetin masum olduğumuzu anlayıp, bizleri salıvermesi. Eğer bu gerçekleşirse, zengin olup olmamak mesele değil. Lüksten uzakta, tek göz bir evde bile yaşayabilir insan. Önemli olan birlikteliğimizin zarar görmemesi. Tanrı’nın da yardımıyla, birbirimize karşı duyduğumuz hislerimiz ve aşkımız hiç tükenmeyecek. Biliyorsun, hazine değerindeki iki küçük kızımızın varlığıyla sevgimiz taçlandı. Kızlarımın dilinden bana yazdığın satırları okuyunca, bilhassa da en küçüğünün, kalbim parçalanıyor. Mektuplarını büyük bir heyecanla okumaya başlıyor, büyük bir çöküntüyle bitiriyorum. Her okuduğumda göz yaşlarına boğulmamak için kendimi zor tutuyorum.

Neden bu kadar umutsuzsun? Yakın bir gelecekte salıverileceğimizi; seni kollarıma alacağım, kalbime bastıracağım günü de düşünebilirsin. Her zaman iyimser olmakta fayda var. O gün gelecek ve biz çocuklarımızla birlikte sonsuz bir mutluluk içinde yaşamaya başlayacağız. Beni evden almalarının ardından tekrar karşılaştığımız günü hatırlasana. İşte tıpkı o zamanki kadar sevineceğiz o gün de.

Leon Bahar, Aşkale’ye sevkinden tam 11 ay sonra çok sevdiği ailesinin yanına geri döndü. Devletin belirlediği vergi borcunu ödemekten kaçındığı iddiasıyla gönderildiği sürgün, 11 ay sonra sona erdi. Aylar önce bindirildiği trende ‘vergi kaçağı muamelesi’ görürken, geri dönüş yolunda devletin gözünde aklanmış, affedilmişti. Hiçbir zaman nedenini anlayamayacağı suçunun cezasını çekmiş bir adamdı. İstanbul’a geldikten sonra sadece 5 yıl yaşadı. Sürgünden ona kalan sadece hüzün ve ülkesine karşı yaşadığı derin hayal kırıklığı değildi. Yanında bir de hastalık getirmişti. Bağırsak ülseri ile geri dönmüştü Aşkale’den. Son nefesini verdiği 1948 yılına kadar, henüz yetişme çağında olan kızlarına hep şunu salık verdi: “Bu ülkede doğduk, bu ülkede yaşayacağız… Ben hiçbir yere gitmiyorum, burada öleceğim. Siz de eğer bu topraklarda kalacaksanız, iki şeyin hakkını çok iyi verin… Bu ülkeyi sevin ve güzel Türkçe konuşun…”